27 Kasım 2020 Cuma

Multidisipliner Yaklaşımlar - 3

        Bugünkü yazımın misafiri çok uzaklardan ve farklı bir disiplinden. Toshihiko Izutsu Japon bir dilbilim (linguistik)ci. Kendisiyle karşılaşmam Uzak doğu inançlarıyla ilgili okumalar yaptığım dönemde  Taoculuktaki Anahtar Kavramlar: İbn Arabi ile Lao-Tzu ve Cuang-Tzu'nun Mukayesesi kitabıyla oldu. Aslında ilk cildi tasavvuf üzerine olan bir serinin Taoizm üzerine ikinci cildi. Ders kitabı yoğunluğunda bir ağırlığa sahip ama anlaşılır bir dili var. Yazar, 1958'de Kur'an'ı Japoncaya çevirmiş, İslam felsefesi, tasavvuf, Kur'an'ın semantiği (anlambilim) üzerine çokça üretimde buluşmuş bir ilim insanı. 

        Önereceğim metin Toshihiko Izutsu'nun Kur'an-ı Kerim'i anlama ve yorumlama yöntemi üzerine bir makale. Makale özetinde geçen: "Izutsu'ya göre, Kur'an'ı doğru anlamak ve yorumlamak için öncelikle önyargısız ve objektif bir biçimde okunmalıdır. Kur'an insanların kendi doğrularını onaylayan bir noter olarak algılanmamalı, tam aksine, Kur'an'ın 'kendi doğruları kabul edilmelidir." cümlesi içeriğindeki kafa açıcılığa adeta bir davet niteliğinde. 

        Izutsu semantik bilimini Kur'an'a uygulayarak kelimelerin geçmişten gelen, Kur'an'ın içinde şekillenen anlamlarını incelemiş, sadece gramere dayalı yapılan çevirilerin de doğru sonuç vermeyeceğini belirtmiş. Bu yöntemdeki amacı da: Kur'an'ın kendi kavramlarını izah etmesini ve kendi adına konuşmasını sağlamak diyor. Makale Arap yarımadasında kelimelerin kullanışını tarihsel olarak incelemekle başlıyor. Ve bunlardaki farklı dünya tezahürlerine değiniyor. Kur'an'da vurgulanan Arapça bir Kur'an olma hususunu da: Dikkatleri Arapçaya çekrnek ve "Arapçayı bir lisan haline getiren temel veya köke dayanıldığında daha iyi anlaşılacağını ima etmek için olarak yorumluyor. Çünkü onun Arapça olduğunu vurgulamak, boşa olmadığını ispat etmektir. Güzel bir semantik slogan olabilecek: kelimelerin anlamları yoktur; kullanımları vardır alıntısı da paylaşılan içeriği tamamlıyor.

        Yazı semantik analiz yöntemini ve bunun Kur'an-ı Kerim gibi ilahi bir kitapta uygulanmasında gözetilecek titizlikleri açıklayan teknik bir içerikle devam ediyor. Bu kısımlarda detaylarda çok boğulmadan temel mantığı kavramanızın kâfi olacağı kanaatindeyim. Benim dikkatimi çeken kavramlardan bahsedecek olursam: Semantik alan, çeşitli kelimelerin ilişkileriyle oluşan bölgeleri ifade ediyor ve Kur'an'da da aynı kelime farklı semantik alanlarda olabiliyor. Kelimeleri kullandığımız esas manasın dışında izafi mana da kelimenin kökünden gelmeyen fakat ilişkilendiği metinle oluşan manayı ifade ediyor ve bunun örnekleri de mevcut. Ve en önemlilerinden bir kelimenin kökeni dair incelemeyi sağlayan etimoloji. 

        Son bölüm, Semantik yöntemin Kur'an'da uygulanmasındaki temel ilkeleri Kur'an'dan örneklerle açıklaması ve çeviride dikkat edilmesi gereken noktalarla bitiyor. Bu makale ilk okuduğumda benim için oldukça kafa açıcı ve önyargı yıkıcı olmuştu. Özellikle sağlıklı çeviriye erişim ve akla gelen ilk anlamla bir hükümde bulunmamak noktalarında. İlişkilendiğimiz kitabın ilahi bir metin olduğuna inanıyorsak, anlamını kolayca ele vermeden akıl ve mantıkla, zihnin sınırlarını genişlemeye zorlayarak hakikat yolculuğumuza ışık tutması çok daha anlamlı geliyor. Nitekim Dünya hayatının ve aklın sınırları içerisinde ancak yolda olmaya devam edebileceğiz. Semantik hassasiyet konusunda Türkçe olarak erişebildiğim Kur'an-ı Kerim'e İsmail Dinçer'in ücretsiz olarak da erişime açtığı kelime açılımlı Tevhid-i Kuran Meali adlı çalışmasıdır. Kendisinin Lût kavmiyle ilgili yazısı da mana dünyasının ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Umarım sizler için de feyz alacağınız bir makale olur. Yorumlarınızı ve sizde nasıl bir anlam dünyası yarattığını paylaşmanızı bekliyorum. Başka yazılarda görüşmek üzere. 

6 Kasım 2020 Cuma

Multidisipliner Yaklaşımlar - 2

    İkinci yazı Ezgi Sarıtaş'la tezi üzerine yapılan "Mahrem ve asayişsiz: Homoerotizm nasıl utanç verici oldu?" başlıklı röportaj. Bu linkten ulaşabilirsin.

    Röportaj, 19. yy.'la birlikte Osmanlı'ya batıdan sirayet eden erotizmin ve aşkın heteroseksüel ilişki için kurgulanmaya başlaması ve bunun norma dönüşmesi süreciyle başlıyor. Kendi okumalarımda da bundan önceki süreçlerde karşı cinsel ilişkinin konumlanmasının , ikili bir ilişkiden ziyade toplumsal bir zorunluluk ve vazife gibi gerçekleştiğinin bilgisini edinmiştim.

    Önceki paylaştığım yazıda da geçen homososyallik kavramını burada da görüyoruz. Yazar “Doğal ve normal olan zaten karma sosyalliktir, karma sosyalliğin olmadığı ortamda zorunluluktan erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla birlikte olmaya başlar” görüşünü heteronormatif olarak değerlendiriyor ki haklı. Cinsel yönelimin sadece sosyal koşullara indirgenmesi görüşü, günümüzde heterososyalliğin norm olduğu seküler batı toplumunda eşcinsel insanların olmamasını gerektirirdi ki böyle değil. 

    Batı medeniyetinin yargılayıcı ve etiketleyici dünya tezahürünün etkisinden Osmanlı'da uzun vadede nasibini alıyor. Roman türünde eserlerin artması ve romanın şiire göre gündelik hayatı yansıtan yanının daha güçlü olması ve matbaanın icadıyla kültürel karşılaşmaları toplumsal nezde arttırmış gibi gözüküyor.

    Yazarın utanca dair bakış açısında , utancı yaşatılan bir mağduriyetin ötesinde , ruhsal , toplumsal gelişimin bir parçası olarak algılayabilme alanını da görüyorum. Yönelimlerin ötesinde cinselliğe dair tabuların yıkılmasında lgbt+ kimlikler her zaman ön ayak oldu. Bu 2. Dünya Savaşı öncesi Almanya'sında da böyleydi. Utanç ve onur gibi kavramların okumasını politik bi yerin ötesinde, ruhsallığın bir parçası olarak yorumlamak bence de daha geniş bir bakış açısı sağlayacak. 

    Yazının devamından tepesinde sarayın bulunduğu erotopolitik bir hiyerarşiden örneklerle bahsediliyor. Ve bu meşruiyetin hiyerarşinin belli katmanlarındaki grupların isyanıyla kriminalize edilmesinden. Kurumsal elit kültürle, sarayla bağları kopunca Osmanlı entelektüelleri için de utanılacak bir şeye dönüşüyor. Burada da tarih sahnesine heteroseksüellik ve heteroerotizm olgusu giriyor. Mekan, kurum ve sosyalleşme alanlarındaki değişimlerle birlikte de homoerotik yakınlaşmaların meşruiyeti azalıyor.

    Aşk kavramı da bu dönüşümden nasibini alıyor. Hayatının aşkını bulmak, karşı cinsten bu aşk nesnesinin kişinin biricik aşkı olması ve onunla tek eşli bir birliktelik kurmak on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren egemen biçime dönüşüyor. Heteronormativite ağlarını örmeye başlıyor. Burada en dikkat çekici bulduğum nokta: Modern heteronormativitenin varsayımlarından birisi aşık olunan arzu nesnesinin cinsiyeti ile kendi özdeşleştiğin cinsiyetin birbirinden farklı olmasıdır. Erkeksi olanın kadınsı olanı arzuladığı ve zıtların birbirini çekmesinin doğal olduğunu varsayar. Aşk nesnesi ve öznesi birbirlerinin zıddı olmadığında anormalliğin başladığını söyler. Bu çok modern bir varsayım çünkü uzun yıllarca aşk anlamlandırılırken, “benzer, benzerini arar” ilkesi hakimdir. Ve bu düşünce de 19. yüzyılda birden ortadan kaybolmuyor. Devam ediyor. O yüzden de kadına yönelen arzunun; kadını arzulayan erkeği kadınsılaştıracağına dair de çok büyük bir korku yüzeye çıkıyor Tanzimat romanında. Bu alıntıda aslında ikili ilişkilerin , insan tezahürüyle ne kadar iç içe geçtiğini görüyoruz. Modernizm dünya algısındaki determinizmi ve kibiri belki de en yoğun yansıyan paradigmalardan biri olduğu için de geçer akçe olmaya bu kadar başarıyor.