6 Kasım 2020 Cuma

Multidisipliner Yaklaşımlar - 2

    İkinci yazı Ezgi Sarıtaş'la tezi üzerine yapılan "Mahrem ve asayişsiz: Homoerotizm nasıl utanç verici oldu?" başlıklı röportaj. Bu linkten ulaşabilirsin.

    Röportaj, 19. yy.'la birlikte Osmanlı'ya batıdan sirayet eden erotizmin ve aşkın heteroseksüel ilişki için kurgulanmaya başlaması ve bunun norma dönüşmesi süreciyle başlıyor. Kendi okumalarımda da bundan önceki süreçlerde karşı cinsel ilişkinin konumlanmasının , ikili bir ilişkiden ziyade toplumsal bir zorunluluk ve vazife gibi gerçekleştiğinin bilgisini edinmiştim.

    Önceki paylaştığım yazıda da geçen homososyallik kavramını burada da görüyoruz. Yazar “Doğal ve normal olan zaten karma sosyalliktir, karma sosyalliğin olmadığı ortamda zorunluluktan erkekler erkeklerle, kadınlar kadınlarla birlikte olmaya başlar” görüşünü heteronormatif olarak değerlendiriyor ki haklı. Cinsel yönelimin sadece sosyal koşullara indirgenmesi görüşü, günümüzde heterososyalliğin norm olduğu seküler batı toplumunda eşcinsel insanların olmamasını gerektirirdi ki böyle değil. 

    Batı medeniyetinin yargılayıcı ve etiketleyici dünya tezahürünün etkisinden Osmanlı'da uzun vadede nasibini alıyor. Roman türünde eserlerin artması ve romanın şiire göre gündelik hayatı yansıtan yanının daha güçlü olması ve matbaanın icadıyla kültürel karşılaşmaları toplumsal nezde arttırmış gibi gözüküyor.

    Yazarın utanca dair bakış açısında , utancı yaşatılan bir mağduriyetin ötesinde , ruhsal , toplumsal gelişimin bir parçası olarak algılayabilme alanını da görüyorum. Yönelimlerin ötesinde cinselliğe dair tabuların yıkılmasında lgbt+ kimlikler her zaman ön ayak oldu. Bu 2. Dünya Savaşı öncesi Almanya'sında da böyleydi. Utanç ve onur gibi kavramların okumasını politik bi yerin ötesinde, ruhsallığın bir parçası olarak yorumlamak bence de daha geniş bir bakış açısı sağlayacak. 

    Yazının devamından tepesinde sarayın bulunduğu erotopolitik bir hiyerarşiden örneklerle bahsediliyor. Ve bu meşruiyetin hiyerarşinin belli katmanlarındaki grupların isyanıyla kriminalize edilmesinden. Kurumsal elit kültürle, sarayla bağları kopunca Osmanlı entelektüelleri için de utanılacak bir şeye dönüşüyor. Burada da tarih sahnesine heteroseksüellik ve heteroerotizm olgusu giriyor. Mekan, kurum ve sosyalleşme alanlarındaki değişimlerle birlikte de homoerotik yakınlaşmaların meşruiyeti azalıyor.

    Aşk kavramı da bu dönüşümden nasibini alıyor. Hayatının aşkını bulmak, karşı cinsten bu aşk nesnesinin kişinin biricik aşkı olması ve onunla tek eşli bir birliktelik kurmak on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren egemen biçime dönüşüyor. Heteronormativite ağlarını örmeye başlıyor. Burada en dikkat çekici bulduğum nokta: Modern heteronormativitenin varsayımlarından birisi aşık olunan arzu nesnesinin cinsiyeti ile kendi özdeşleştiğin cinsiyetin birbirinden farklı olmasıdır. Erkeksi olanın kadınsı olanı arzuladığı ve zıtların birbirini çekmesinin doğal olduğunu varsayar. Aşk nesnesi ve öznesi birbirlerinin zıddı olmadığında anormalliğin başladığını söyler. Bu çok modern bir varsayım çünkü uzun yıllarca aşk anlamlandırılırken, “benzer, benzerini arar” ilkesi hakimdir. Ve bu düşünce de 19. yüzyılda birden ortadan kaybolmuyor. Devam ediyor. O yüzden de kadına yönelen arzunun; kadını arzulayan erkeği kadınsılaştıracağına dair de çok büyük bir korku yüzeye çıkıyor Tanzimat romanında. Bu alıntıda aslında ikili ilişkilerin , insan tezahürüyle ne kadar iç içe geçtiğini görüyoruz. Modernizm dünya algısındaki determinizmi ve kibiri belki de en yoğun yansıyan paradigmalardan biri olduğu için de geçer akçe olmaya bu kadar başarıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder